Atlas
I. Kuzey
2012 senesinin bahar ayları olmalı. Üniversiteye giriş sınavına az bir süre kaldığını, bir önceki sene üniversiteyi kazanamadığım için bu sene daha çok test çözmem gerektiğini bildiğim halde, zorlu bir kıştan sonra kendimi sokaklara vurmaktan alıkoyamadığımı hatırlıyorum. Yoldaşlarla mahallede, bilmem kaçıncı çay ve sigaradan sonra, havanın kararmasıyla evlere dağılma vaktimizin geldiği sularda... Mahalleden olmayan, kent merkezinden geldiği her halinden belli olan bir yoldaş mahallede ağırlanacaktı. Evinde kalacağı yoldaşı beklerken yanımıza gelmiş, bir çay da bizimle içmişti. Yaşının da bizlerden büyük olması hasebiyle, şu an hatırlamadığım bazı politik mevzuları bizlere ders anlatır gibi anlattı. Güçlü belagati ve retoriği, kelimelere olan hakimiyeti, teorik birikimi çok kısa sürede kendisinden etkilenmeme yetti. Hayranlıkla dinliyordum... Konu üniversite sınavlarına gelip, seçeceğimiz bölümleri söylediğimizde, ben ne yapacağımı henüz bilmediğimi, fakat sözelci olduğumdan gazeteciliğin muhtemel olduğunu söyledim. Neden bilmiyorum, konuşmanın bir noktasında bana bir film(1) önerdi. Filmi de, yönetmenin adını da daha önce duymamıştım, zaten pek film izleyen biri de değildim. Oturduğumuz yerden ayrılmış eve yürürken, yol boyu aklımda yoldaşın söylediği film vardı. Bir an önce izlemek istiyordum. Gece internette filmi aradım, zor da olsa buldum. Ve seyrettim. Filmi pek anlamamıştım, daha önce izlediğim filmlere benzemiyordu, süresi desen fazla uzundu... Ama...
Büyülenmiştim. Her biri bir fotoğraf karesini andıran hareketli görüntülerden mi, sanki o piyano vuruşlarını bize dinletmek için yazılmış sahnelerden mi, kameranın uzun uzun aktığı kesintisiz tek planlardan mı, çerçevelerin negatif boşluklarından mı, beni içine çeken elem duygusundan mı, yoksa böylesi bir yoldaşın önerdiği film olmasından mı büyülendim bilmiyorum. Bugün emin olduğum, sanki zaman durmuş ve ben o filmde asılı kalmıştım. Fakat yine de fotografik görüntülerin hakkını daha çok vermeliyim sanırım; sabah uyandığımda, böyle görüntüler çekeceğim demiştim kendime. Ah keşke sinema bölümünün puanı gazetecilikten daha düşük olsaydı, keşke sınava daha iyi hazırlansaydım, keşke film yapmayı bilseydim. Bilseydim de hemen o görüntüler gibi 'büyüleyici' görüntüler çekebilseydim... İnternetin karanlık dehlizlerinde geçen günlerin sonunda, yönetmenin filmografisindeki bütün filmleri indirdim, peyderpey izledim. Ardından sinema tarihinde iz bırakmış, daha önce izlediklerimin aksine 'başka' türlü filmler yapan yönetmenlerin filmleri... Film arşivciliğimin başlangıcı, sinefil olma yolunda ilk temrinler...
Sinema olmadı, gazetecilik oldu. Üniversitenin başlamasıyla birlikte bir kamera aldım ve haber ajansında stajyer olarak çalışmaya başladım. Gazeteciliği de, fotoğrafı da, okulda değil sahada öğrendiğim günler... Film çekmeyi öğrenmek için önce fotoğrafı öğrenmeliyim demiştim kendime, sonrası zaten bir şekilde gelirdi. Hareketli fotoğraflardan oluşan şeye film diyorduk. Demiyor muyduk yoksa?
Buraya daha sonra tekrar döneceğim.
Önce bir tufan koptu. Sonra zafer, ardından kopuşlar. Birçok yoldaşla aramıza kalp kırıklıkları, sürgünler, zindanlar, ve ölüm girdi. Peşi sıra vedalar, üzüntüler, bolca kahır, ama sosyalizme baki bir inanç. Yani ki biz'i biz yapan şey... Seneler, mücadeleden aktif olarak uzaklaşıp, sokak eylemlerini bu kez fotomuhabiri olarak takip etmeyi beraberinde getirdi. Bu eylemler, benim de içinde olduğum genç fotoğrafçı/fotomuhabiri kuşağı için gerçek bir okul gibiydi. Sürekli fotoğraf çekiyor, dirsek temasında birbirimize öğreterek ilişkileniyor, daha iyi kareyi yakalayabilmek için alanda birbirimizle mücadele etmeye varan rekabete rağmen, eylem sonraları gittiğimiz çay ocaklarında, imtiyazsız halk çocukları olduğumuz için öznesi olmayı bir türlü beceremediğimizi düşündüğümüz Türkiye belgesel fotoğrafının geleceği üzerine hararetli tartışmalar yapıyorduk. Sinemayı öğrenmek için başladığım fotoğraf beni içine çekmiş, bütün enerjimi iyi bir fotoğrafçı olmaya adamıştım. Film çekmek pek de umrumda değildi.
Roland Barthes Camera Lucida'da, fotoğrafı iki öğe üzerinden okumanın, fotoğrafla kuracağımız ilişkiyi anlamada bize yardımcı olacağını söyler; Studium ve Punctum. Kavramları yaratırken Fransızcanın kısır kaldığını söyleyen Barthes, çareyi Latincede bulur: "İnsan için bir tat, genel, hevesli, ama tabii ki özel keskinliği olmayan bir tür kendini verme anlamına gelir studium". Yani, studium fotoğraflara bakan bizlerin sahip olduğu bilgi ve kültürün bir sonucu olarak, fotoğrafın göstergeleri daima bir enformasyona gönderme yapar. Bir savaş fotoğrafı, işte şurada askerler, feryatlar içinde bir adam, silahlar ve kan. Biliriz ki bu fotoğraf, savaşı tüm çıplaklığıyla bize aktarmak için vardır, bakarız ve vahşetin boyutunu öğreniriz/anlarız. Bir tür enformasyon ilişkisi. Haber fotoğraflarıyla birlikte, bakan kişiyi şok etmekle mükellef diğer tüm studium fotoğraflar, izleyiciyi şaşırtmak için birçok sürpriz kullanır der Barthes. Ender bir an'ın fotoğrafları, veya normal gözün durduramayacağı bir noktada, ancak kamera aracılığıyla dondurulmuş bir hareketin fotoğrafları, veya teknik numaralarla bezenmiş, ışık/gölge/çerçeve oyunlarının fotoğrafları, veya şans eseri yakalanan ilginç bir sahnenin fotoğrafları. Bütün bu sürprizler der Barthes: "Bir meydan okuma ilkesine uyarlar: fotoğrafçı, aynı bir akrobat gibi olasılık ve hatta olabilirlik kurallarına meydan okumalıdır..."
Geri sarıyorum.
Çektiğim haber fotoğrafları, sokak fotoğrafları, yaptığım jurnalcilik, veya olmak istediğim fotoğrafçı; hepsi ve her şey studium fotoğraflara içkindi. O zamanlar henüz Barthes okumamıştım, okusaydım da pek bir şey değişmezdi. Bunu, bugünden geçmişe dönük bir eleştiri veya eksiklik olarak gördüğümden değil (nitekim geçmişten devretmiş verili koşullarda oluşan tarihin bir gereği olarak böyle olması gerekiyordu), yazının lineer akışına (en azından şimdilik) riayet etmek istediğimden yazıyorum.
"derin denizlerin aydınlığı, zorlu sabahlar
gökyüzü ve lâle
sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata"
II. Batı
Erivan'dan Gümrü'ye giden, Sovyetlerden kalma eski bir trendeyim. Dışarda bir kar fırtınası, ısıtması olmayan vagonlar, sanki böylesi bir soğuğu her gün yaşıyormuşçasına olağan sohbetlerine devam eden insanlar, gözlerimi alamadığım pencerelerin buğusu, ve ben. Biz bunlar olarak gidiyoruz... Nasıl bir kış kıyamet diyorum, ayaklarım dondu donacak, oysa Gümrü'ye daha çok yol var. Biter mi bu yol... Trenin çıkardığı gürültüden birini duymak, konuşarak anlaşmak mümkün değil, nasıl duyuyor birbirini bu insanlar? Hoş, basit Ermenice cümlelerim dışında konuşmama lüzum da yok. Sessizce, kameramı arada bir kaldırıp fotoğraf çekiyorum. Yabancı olduğum her halimden belli, bu bir sorun olmuyor ama. Yanımdaki kamerayı gören insanlarla konuşulmamış bir anlaşma yapıyoruz: Fotoğrafımı çekebilirsin. İstemeyen de oluyor, çekme beni diyen. O zaman çekmemem gerektiğini anlıyorum. Trendeki herkese, 'Fotoğrafını çekebilir miyim?' sorusunu sormanın mümkün olmadığını biliyorum (Ermenice bilsem dahi), sanki insanlar da bunun farkında. İşte anlaşmamız böyle gerçek oluyor.
Oturmaktan sıkılıp vagonlar arasında küçük turlar atmaya başlıyorum. Her bir vagon diğerine eski usül bağlı. İki vagon arasında bağlantıyı kuran ince demirin üzerinde bir platform, yanlarda fırtınanın rüzgarıyla açılıp duran kapılar; diğer vagona geçmek için epey dikkat isteyen bir serüven. Bu vagon araları sigara alanı olarak da kullanılıyor. İki genç adamın sigara içtiğini görüyor, yanlarına gidiyorum. Birkaç Ermenice açılış cümlemden sonra muhabbet bıçak kesmiş gibi bitiyor. Gülerek 'Olsun, olsun!' anlamında elini sallıyor biri. Ellerine bakıyorum; Apostolik Hristiyanlığın bazı işaretlerini taşıyan dövmeler. Fotoğraflıyorum. Emprovize, o anki bir aradalığın parçası olan fotoğraflar bunlar. Üşüdüm, içeri mi dönsem diye düşünürken, aniden karşımda, küçük pencereden diğer vagonun içini görüyorum; koca vagonda tek başına oturan bir kadın. Üzerinde kahverengi tonlarında bir kaban, boynunda yeşil bir atkı. Cam kenarında, soğuğa aldırış etmeden (olduğum vagondaki kalabalığın bir aradalığı, nefes alış verişler, hiç değilse biraz ısıtıyordur diye düşünüyorum), tek başına öylece oturuyor. Ne muhteşem bir an diyorum! Bu gerçekten iyi fotoğraf. Fotoğrafı çekmek için adamların gitmesini bekliyorum. Onlar varken çekersem müdahil olabilirler, dikkatim dağılabilir, ve elbette; iyi fotoğrafın alamet-i farikalarından 'hayalet olmanın' selameti gereği. Neyse ki sigaralarını bitirip vagona dönüyorlar. Kadın dışarıyı seyretmeye devam ediyor, ben tek başımayım. Hazır mıyım? İlk denemelerin olmadığını görüyorum; ya fazla uzağım ya fazla yakın, ya yanlış an'da basıyorum deklanşöre, ya da doğru çerçeveyi bulmanın derdindeyim.
"İkinci öğe studium'u kırar (ya da deler). Bu kez onu arayıp bulan (studium alanını egemen bilincimle incelediğim gibi) ben değilimdir. Bu öğe sahneden yükselir, bir ok gibi dışarı fırlar ve bana saplanır. Bu yarayı, bu diken batmasını, sivri uçlu bir aletle yapılan bu izi anlatan Latince bir sözcük var: bu sözcük benim durumuma daha iyi uyuyor, çünkü hem bu sözcük delme kavramına gönderme yapıyor, hem de sözünü ettiğim fotoğraflar aslında delinmiş, hatta bu hassas uçlarla delik deşik olmuşlar; bu izler, bu yaralar, kesinlikle birer noktadır. O halde studium'u bozacak olan bu ikinci öğeye punctum demeliyim. Bir fotoğrafın punctum'u beni delen (ama aynı zamanda beni bereleyen, bana acı veren) o kazadır."
Böyle tarifliyor punctum'u Barthes. Bir ok gibi dışarı fırlayan ve izleyiciye saplanan. Ben devamında 'Ve tıpkı gecenin içinde bir maytap gibi yanan, yanan...' eklemesi yapmak isterdim... Bu haliyle punctum, çerçeve içinde, fotoğrafçının kasıtla koymadığı, tam aksine kendiliğindelikle belirmiş bir fotografik unsurla/ayrıntıyla, fotoğrafa bakan kişi arasında gelişen, bakışın çözümleme gayretinin işe yaramadığı, isimlendirilemeyen, ve isimlendirilemediği için gerçek anlamıyla kişiyi delip geçen bir kavram/etki. En sevdiğim kelimelerle şöyle diyor Barthes: "Etki kesin, ama yeri gösterilemiyor, göstergesini ve adını bulmuyor; keskin, ancak benim belirsiz bir bölgeme konuyor; şiddetli, ama üstü örtülü olarak boşlukta bağırıyor. Tuhaf bir çelişki: yüzen bir parlama".
Fotoğrafla geçirdiğim senelerin sonunda öğrendiğim birçok şey oldu, hâlâ da öğreniyorum. Fakat bir şey var ki, ilk günden bugüne, hem en büyük aşkım hem en büyük düşmanım oldu. Sevdiğim için kovaladım, kovaladığım için bağlandım. Mahvıma sebep bir tragedya gibi, ne onunla oldu ne de onsuz:
Çerçeve.
Bana öyle geliyor ki; çerçeve, bir şeyleri eklemekten ziyade bir şeyleri çıkarmakla ilişkili. Fotoğraf, kadrajdan çıkarttıkça, çerçevesi sadeleştikçe, ontolojisi gereği içkin olduğu totolojinin bir nebze de olsa dışına çıkarak soyutlaşabiliyor (bu totolojinin, ister belgesel, ister kavramsal olsun, fotoğrafın önü sonu gerçek olanı kaydetmesinden dolayı söylüyor, her fotoğrafın ve semiyotik okumanın totolojik bir indirgemeyle değerlendirilemeyeceğini de ekliyorum). Barthesçı anlamda söyleyecek olursam; punctum, yavaş yavaş derinlerden suyun yüzeyine çıkan bir parlama halini alıyor. Kalabalık, içinde birçok unsur barındıran çerçeveler punctum fotoğraf olamaz mı sorusu elbette sorulabilir, ben de pek âlâ olabilir diyebilirim. Çerçeve içinde bir unsurdan diğerine, veya alan derinliğiyle kurulan bir katmandan diğerine gezinmek, veya öyle kendiliğinden oluşagelmiş bir ayrıntıya dalıp gitmek... Bunların hepsi, çerçeveden dışarı taşan ve sizi bir ok gibi yaralayan punctum fotoğraf örnekleri olabilir. Kendi fotoğraflarımda veya baktığım fotoğraflarda, ben de gezinmek istiyor, yaralanmayı bekliyorum. Sadece bu yaralanmayı, ilk bakışta sebepsiz gibi görünen boşluklarda, son bakışta hiçbir şey için acele etmeyen fotoğraflarda arıyorum. Sanki fotoğraf bana şöyle söylüyor: Bir yolculuğa çıkacağız seninle, biraz uzun sürebilir.
Şimdi biraz geri sarmam gerekiyor.
Ermenistan'daki günlerim, zaten İstanbul'da iken iyiden iyiye uzaklaştığım fotomuhabirliğimin yerini alan, o zamanlar şiir fotoğraf olarak adlandırdığım, sade ve yaralayıcı imajları aramakla geçti. Prensip olarak pek değişen bir şey yoktu, yine belgesel fotoğraflar çekiyordum; kurmaca değil gerçek. Saf gerçeğin kendisini bir fotomuhabiri olarak kaydetmek ve haber fotoğrafı olarak sunmak bana artık yetmiyordu. Dürüst olmak gerekirse biraz da sıkıcı bulmaya başlamıştım. Bir fotoğraf, kendisini açıklamak için yazılan kelimelerin ve kadraj içi bilgilerin yükünden kurtulabilir, sadeleşerek soyutlaşır ama belge niteliğini de yitirmez, öylece tek başına, cümle vahşeti veya ihtişamıyla, izleyicinin karşısında durup, onu bir karın ağrısına, veya bir baş dönmesine sürükleyebilir mi diye düşünüyordum. Başkalarına tariflemek ise güçtü: "Nasıl anlatsam bilmiyorum. Öyle fotoğraflar düşünün ki, ilk bakışta çok sıradan görülebilir, ama uzun uzun baktıkça sizi alıp bir yerlere götürecek. Ve bu şiirsel fotoğrafların etnografik bir niteliği de olacak" kabilinden şeyler söylüyordum. Bu yaşadığım dönüşümün sebeplerini şimdi hatırlamak zor, lüzumu da yok. Zamanın ruhu diyorum. Yine de hakkını vermem gerek, çok şiir okuyordum ve dünyaya bir şiire bakar gibi bakmanın yollarını arıyordum. Sinema bir yol olabilirdi, fakat hâlâ tam olarak nasıl film yapıldığını bilmiyordum. Hatırı sayılır film izlemiş, sinema üzerine okumuş, birkaç film setinde çalışmış, iyi kötü sinemaya dair fikirlerim oluşmuştu. Hatta film yapma fikri, uzaklardan biteviye ziyarete gelen bir arkadaş gibiydi.
Biraz daha geriye.
Hareketli fotoğraflardan oluşan şeye film diyorduk. Demiyor muyduk yoksa?
Diyorduk tabii. Ne kadar zor olabilirdi ki film yapmak? Hareketli fotoğrafları, iyi tasarlanmış bir mizansenle (ki bu mizansenler etkilendiğim film sahnelerinin kopyasıydı) uygulamak güç olmasa gerekti. Zaten uzun planlar seviyorum, yani dekupajı ve kurguyu iyi bilmeme gerek yok, bir sahneyi başından sonuna akıtabilir, ve Bazinci bir montajla birleştirebilirim. Bir hikayeye ihtiyacım var, sonrası mekan ve çerçeve işi.
Elbette bu kadar basit değildi, o zamanlar bu kadar basit olduğunu düşünsem de. Ayrıca bir film yapmanın teknik detayları üzerine kafa patlatırken, onun maddi koşullarını asla düşünmüyordum. Dünyaya bir şiire bakar gibi bakmak isteyen biri için oldukça beklendik ve romantik, kapitalist sömürü koşullarında her şeyin (sanat hariç değil) sermayeyle koşullandığına kani olan biri için oldukça beklenmedik. Romantik kelimesini burda mı kullanmalıydım yoksa.
Şimdi ileriye.
Bir sanatçı programıyla ülkeye gelmiş, sadece fotoğraf çekmek için yaşıyordum. Daha ne kadar güzel olabilir! İnsanlığın büyük zaferi Sovyetler'den geriye kalanlara bakmak istiyor, bu küçük, insanı bizden ama hafızası soykırım acısıyla dolu ülkede, kendimi, fotoğrafı ve sinemayı arıyordum. O günleri yaşamış eski kuşak çoğunlukla bir minnet ve özlemle anarken Sovyetleri, genç kuşaktaysa artık normalleşmiş bir tepkisellik, hatta yer yer nefret vardı. Eski kuşağın genci ben ise doğru balansı bulmaya çalışıyordum. Çayın yerini konyak almıştı. Paltomun iç cebinde taşıdığım konyak matarasıyla kemik donduran soğuk geceleri bir nebze olsun çekilir kılmaya çalışıyordum. Şehir merkezinde, köylerde, underground partilerde, metruk yapılarda, domiklerde, tren istasyonlarında, vagonlarda, maşrutkalarda, kısacası gittiğim her yerde; bakan kişiye bir ok gibi saplanan o şiir fotoğrafı arıyordum. Kesin değildim belki, ama keskindim.
"rastsvetali yabloni i gruşi
paplıli tumanı nad rekoy
vıhodila na bereg katyuşa
na vısokii bereg na krutoy"
III. Güney
İstanbul. Kavgamızın, deliliğimizin, mühürlenmiş kaderlerimizin şehri. Zor günler, karanlık günler. Darmadağın bir haldeyim, fenası şehir de dağınık sanki. Elâ bir günde gelmemiştim oysa.
Burada biraz ileri sıçrıyorum.
"Selimiye'de sıcak bir akşamüstü. İlk kısa filmimi Nisan 2019'da çektim. İyi bir fotoğrafçı olamadım, sinemacı olabilecek miyim bilmiyorum. Biraz daha büyüdüm, öğrenecek çok şeyim var. Kazanacak mıyız bilmiyorum. Şiir sürüyor."
Böyle yazmışım Temmuz 2019'da. Ermenistan'da iken tuttuğum not defterimin son sayfası, bir önceki sayfada fotoğraf arayışlarımdan bahsetmiş, 'Kazanacak mıyız?' sorusuyla bitirmişim. Belli ki çok sonra (filmin kurgusuyla boğuştuğum depresif günler), bir şekilde defterle karşılaşmış, soruya yanıt vermek istemiş, iki sayfa arasındaki uyuma ve devamlılığa aldırmadan, kısa ve 'sade' cümlelerle defteri noktalamışım.
Şimdi geriye.
Yine vedalar, bazı pişmanlıklar ve kırgınlıklarla sonlanıyor bir serüven. Yola devam etmek gerek. Toparlanıyorum... Fotoğraf unutulamayan eski sevgili gibi; bir var bir yok hayatımda. Sinema için ise eskisinden de hevesliyim, yavaş yavaş film yapabileceğime inanmaya başlıyorum. Zor günlerin toplumsallığında, okuduğum bir haber beni sarsıyor. Bunun filmi olmalı diyorum kendime. Aylar süren senaryo yazma süreci başlıyor, akabinde film yapımı için gereken maddi koşulların realitesiyle yüzleşiyor ve kaçınılmaz bir son olarak uzun süre para bulmaya çalışıyorum. Bir seneyi bu düşüncelerle, arayışlarla tamamlamak üzereyken bir film(2) izliyorum.
Ve bum!
Yine dünyam duruyor. Bu hissi bir yerlerden hatırlıyorum. Tıpkı seneler önce yoldaşımın önerdiği filmi izledikten sonra yaşadığım alaboraya benziyor. Hatta bu sefer daha ciddi, ayaklarımın yere bastığından eminim ne de olsa... Bilmenin faydası yok, bir kez daha darmadağın oluyorum. Anlamak ve çözümlemek için harcadığım tüm çabanın beyhude kaldığı, büyülü bir film sanki.
"Etki kesin, ama yeri gösterilemiyor, göstergesini ve adını bulmuyor..."
Gösterişsiz görkemi (ama asla minimalizme sığacak cinsten değil), tuhaf bir geçişkenlikle kurulan hikayesi (ama asla birincil unsur değil), ölümden yaşama rahatlıkla gezinen karakterleri (ama asla beşinci boyutta değil), kör noktaları umursamayan çerçeveleri (ama asla fotoğrafa sığınan değil), tahmin edilemeyen kesmeleri (ama asla şaşırtmak için değil), sahibini aramayan sesleri (ama asla sürpriz değil).
Gaipten gelen bir hayalet gibi çöküyor üstüme film, uzun süre kendime gelemiyorum. Ve günler geçtikçe, film katman katman açılıyor önümde. En çok da çocukluğum geliyor aklıma. Dedemin çocukken anneme, annemin çocukken bana anlattığı, ve ancak itikatlı olanların inanabileceği telkin edilen birtakım mistik hikayeler; ölümden yaşama rahatlıkla gezinen insanlar, zaman mekanın büküldüğü evrenler, kıyam, kıtal, ve hepsinin buluştuğu kadim bir Anadolu inancı. Film, hafızamın bir köşesinde duran bu parçaları bir araya getiriyor sanki. Sonrası malum; yönetmenin filmografisiyle geçirilen günler, haftalar, aylar... Ve bazı başka 'tuhaf' sinemacılar.
Şimdi ileriye.
Başına gelecek dertlerden habersiz, filmimin yapımcılığını sırtlanarak benden büyük bir yük alan, aslında senarist olduğundan bu işlerden de pek anlamayan, ama yan yan durduğumuz senelerin sonunda: "Hadi çekelim şu filmi!" diyen kıymetli bir dostumla, set öncesi prodüksiyonel meseleleri konuştuğumuz bir akşam. Şu an ne olduğunu tam hatırlamadığım ama yukarıda bahsini ettiğim o mistik hikayelere ilişkin bir konu açılıyor. Sonrasında sabaha kadar süren konuşmalar, tartışmalar, fikirler... Bir film senaryosu yazma kararı alıyoruz; kadim Anadolu inanç sisteminin içinde filizlenmiş, modern bir soy laneti hikayesi. Yeni bir fikir bulmanın, hikaye yaratmanın coşkunluğu içinde hızlıca aksiyon alıyoruz. Hasbelkader birkaç gün önce haberdar olduğum, küçük bir Anadolu köyünde gerçekleşecek törene gideceğim, orda bulunan inanç büyükleriyle görüşmeler yapıp, hikayenin gelişimi için yanıtlanması gereken sorulara cevap bulacağım. Plan net; önce filmi çekeceğiz, sonra yeni senaryoyu çalışacağız.
"Belli fotoğraflara olan bağlılığımı sorgularken, kültürel bir ilgi alanını (studium), bazen bu alandan geçen ve punctum adını verdiğim o beklenmedik parıltıdan ayırt edebileceğimi düşünmüştüm. Artık biliyorum ki "ayrıntı"dan başka bir punctum daha var. Artık biçime değil, ama şiddete ait olan bu yeni punctum, noema'nın ("bu vardı") iç paralayıcı vurgusu ve onun salt temsili olan Zaman'dır."
Diğer punctum'u böyle tarifliyor Barthes. İlk bölümdeki biçim tartışmalarının aksine, ölümle başlıyor Camera Lucida'nın ikinci bölümü. Ölümün ağırlığından olsa gerek, çerçevelerden, kadraj içi ayrıntılardan, boşluklardan, sıkışıklıklardan pek bahsedilmiyor. Pozun doğum anı (geçmiş zaman), pozun mutlak geçmişi (geniş zaman) ve bakışın fotoğrafla karşılaşması (şimdiki zaman) arasında mekik dokuyan kelimeler yeni bir dikiş atıyor, ama bu kez kumaş altından. "1865'te genç Lewis Payne, Dışişleri Bakanı W. H. Seward'a bir suikast girişiminde bulunmuştu. Alexander Gardner, hücresinde asılmayı bekleyen Payne'nin fotoğrafını çekmiş. Fotoğraf fena sayılmaz; genç de öyle: bu studium'dur. Punctum ise şudur: O ölecek. Bu olacak ile bu vardı'yı aynı anda okuyorum. Ucunda ölüm olan geçmiş bir geleceği dehşet içinde gözlüyorum..."
Devamındaki satırlar metnin kendi punctum'u sanki, bir ok gibi bana saplanıyor: "Zaman bozgununun verdiği baş dönmesi". Daha başka nasıl söylenebilir?
Karlar altındaki köye öğlenden önce varıyorum. Uzaktan gelen misafiri ağırlamanın şanındandır; penceresi köy yoluna açılan (baktıkça bana bazı başka yolları hatırlatan), büyükçe bir odaya yerleştiriliyorum. Soba ateşinde ısındığım birkaç saatten sonra, üç gün sürecek törenlerin ilki için ayrılıyorum evden. Yine aynı kemik donduran soğuk, yine aynı bozkır sertliği... Kameram, not defterim, ve hayalet olma çabamla birlikte bir köşede oturup, törenin başlamasını bekliyorum. Hava kararıyor, toplanma büyüyor, su akmaya başlıyor. Çocukluğumdan hatırladığım bazı sahnelere tanık oluyorum; maddi dünya gerçeğiyle bağdaşmayan, ancak üçüncü bir gözle ritmine kendini bırakabildiğin aşkınlık, bir zamansal uzama, bir tür esrime hali. Sorular, senaryo, film yapma düşüncesi... Hepsi uçup gidiyor aklımdan, fotoğraf çekiyorum yalnızca. Sanki buraya bunun için gelmişim gibi... Sanki ancak fotoğraf çektikçe akışa kendimi bırakabilecekmişim gibi... Durup algılamaya çalıştıkça kavrayamadığımı fark ediyorum, 'Vakit varken çekmeliyim' diyorum kendime, ne çektiğimi de pek bilmeden.
"Her an her şey başından yeniden başlar. Geçmiş, geleceğin sadece bir belirtisidir. Hiçbir olay geri çevrilemez değildir ve hiçbir dönüşüm nihai değildir. Belli bir anlamda dünyada yeni bir şey meydana gelmediğini bile söyleyebiliriz, çünkü her şey sadece aynı ilksel arketiplerin yinelenmesinden başka bir şey değildir; bu yineleme arketipsel hareketin açığa çıktığı mitsel anı yeniden güncelleştirerek, dünyayı başlangıçların hep aynı gün doğumu anında tutar. Zaman sadece şeylerin ortaya çıkmasını ve var olmasını mümkün kılmaktadır. Bu varoluş üzerinde hiçbir kesin etkisi yoktur, çünkü kendisi de sürekli yeniden canlanmaktadır".
Mircea Eliade Ebedi Dönüş Miti'nde böyle söylüyor, modern toplumların mitolijiye duyduğu ihtiyacı anlatırken, ve modern toplum insanının, kozmogonik oluşa atıfta bulunan törenler, ayinler, bir araya gelmelerle zamana nasıl döngüsel bir yön verdiğini, modernin arkaik olanla yer değiştirdiğini, ve zamanın askıya alındığını. Yani ki, törenler mitsel zamanının şimdide tekrarıdır diyor. Öyle midir hakikaten? Eğer öyleyse içinde olduğum zaman mitsel bir zaman mıydı? Ve ben fotoğrafçı olarak mitsel bir zamanın fotoğraflarını mı çekiyordum? Bu durumda mitsel bir zamanda çekilen fotoğrafların kayıt anı ile bakışın fotoğraflarla karşılaşma anı arasına binlerce yıl girmiyor muydu? Zaman bozgununun verdiği baş dönmesi tam da böyle bir şey değil miydi?
Bilmiyordum demeye gönlüm elvermiyor, şiirin tarafını seçiyorum.
Öğle vakti, soba başında soruları soruyorum. Henüz soruların heyecanı ve sobanın ateşiyle yeni yeni ısınıyorken, hiç beklemediğim bir yanıtla karşılaşıyorum: "Olur mu öyle şey... Kaçıncı yüz yıldayız, çok muhafazakar bir yaklaşım bu. Önce yol, sonra insan..."
Soy laneti, senaryo, çocukluk hatıralarım, ölüm ve yaşam alemi, köklere dönüş, baş dönmesi, askıdaki zaman... Her şey yerle bir oluyor. Esaslı bir tokat gibi iniyor yüzüme. Hemen telefona sarılıyorum: "Hikayenin çatısı çöktü. Bu şekilde çalışmaz bu film, öyleymiş gibi yapmak da bize yakışmaz". Senarist dostum çok sakin: "Olsun. Vaktin varken, oralardayken, zamanı verimli kullan, düşünme artık senaryoyu" diyor. Bir inceden hayal kırıklığı, bir tür modern zaman mağlubiyeti. Çok uzun sürmüyor neyse ki, fotoğraf tutuyor elimden.
Hayat bazen böyledir. Beklenmedik anlarda gelen bir karşılaşma, bazen de beklenen anlarda kavuşulamayan buluşma. Biraz daha büyüdüğüme inanıyorum.
"on dört bin yıl gezdim pervânelikte
sıdkı ismin duydum dîvânelikte
içtim şarabını mestanelikte
kırkların ceminde dara düş oldum"
IV. Doğu
Yine soğuk. Kemik donduran cinsten değil bu kez ama. Bu kararsız soğuğun aksine, kendinden emin bir güneşle açılıyor film(3). Geniş bir caddenin kaldırımında yürüyen insanlar, onları takip eden bir kamera. Kesme. Konserde eğlenen insanlar, onları uzaktan seyreden bir kamera. Kesme. Tipik bir köy görüntüsü; at arabasıyla asırlık bir ağacın yanından geçip giden bir adam, onu uzaktan seyreden bir kamera. Kesme.
Filmin daha başında, diyalogsuz, gündelik hayatın sıradanlığını sakinlikle kaydeden bu uzun planlar içine alıyor beni. Hasret kalmıştım böyle filmlere diyorum, aklıma kendi projelerim geliyor, hafiften bir uyku bastırıyor... Uyumakla filmi takip etmek arasında bir yerlerdeyim... Fark ediyorum ki güneş gitmiş, kar başlamış, perdenin zamanıyla benim zamanım aynı mevsimde buluşmuş. Sonra yavaş yavaş gözlerim büyüyor, uyku da güneşle birlikte def 'olup gidiyor. Şehir şehir, ülke ülke gezen kameranın gözü benim gözüm oluyor sanki. Hayatım filmin içine karışıyor...
Burada son kez uygun adım geriye gidiyorum. Sonrasında ileriye atılacak her adım başlangıca doğru olacak.
Bu yazıya başlamadan önce bir süre düşündüm. Hem kendi işlerim/projelerim haricinde yazmıyor oluşumdan (prensip meselesi diye değil, kamusal alanda yazma alışkanlığımın artık uzakta kalışından), hem de bu yazıyı yazmama vesile olan filme dair bahsetmenin, yukarıda uzun uzun anlatılan dönemler olmadan eksik kalacağını düşündüğümden, anlatılırsa da uzunluğuyla nasıl baş edileceğini kestiremediğimden dolayı. Yazmama çabalarım bana artık acı verdiğinde, başlamaya ikna oldum. Ne film eleştirisi, ne kavram tartışması, ne de bütünlüklü bir hayat hikayesi. Naçizane, kendi yolculuğumdaki karşılaşmalar, mekanlar, insanlar, duygular, filmler, ve fotoğraflar ile bu film arasında kurduğum rabıtadan dökülenlerdir bu yazı.
Artık ileriye; başlangıç noktasına.
Işığın illüzyonu bitiyor, kendimi soğuk sokaklara vuruyorum. Aklımda hem çok şey var, hem de kesin anlamda hiçbir şey yok.
Yine, yeniden. Bum!
Filmin neyini, nasıl anlatayım diyorum kendime (şimdi yazıda). Çerçeveler, fotoğraflar, uzun planlar, sessizlikler, gözümün içine bakanlar, yenilgiler, zaferler, sürgünler, köklere dönüş, kış kıyamet, Sovyetler, karlı yollar, kalpaklar, kabanlar, pa russkiy, trenler, istasyonlar ve daha birçok şey... Öyle veya böyle, bir şekilde bu yaşadığım baş dönmesini dışavurmak istiyorum. Bir paylaşım yapıyorum instagram'da. "Dünyanın en iyi filmidir" diye bir yanıt alıyorum. Abartıyor sanki diyorum kendime, ama yok haklı. Bir film ne yapabilir ki insana, şu yaşadığımdan başka.
Adım adım gidiyorum.
Belge fotoğraflar ekseri studium'dur. Pozlandıkları an'ın tarihini dondurur, zaman, mekan ve insan hakkında konuşur, göstergeleri enformasyona dairdir. Böyle fotoğraflara bakarak bilgi edinirsiniz. Tıpkı bu film gibi.
Bazı belge fotoğraflar ise punctum'dur. Çerçeve içindeki bir ayrıntı kadrajdan çıkıp size bir ok gibi saplanır. Etkisi kesin ama göstergesini ve adını bulmak zordur. Şu ayrıntıdan dolayı dersiniz ama sizde nereyi vurduğunu anlamazsınız. Tıpkı bu film gibi.
Bazı belge fotoğraflarda bu punctum sade bir çerçeve içindedir, bazılarında kalabalık. Bazılarında boşluklarda, bazılarında ayrıntılarda ararsınız. Her ikisinde de vurulmanız kesindir. Tıpkı bu film gibi.
Bazı fotoğraflar kendisini açıklamak için yazılan kelimelerin, kadraj içi bilgilerin yükünden kurtulur, sadeleşerek soyutlaşır ama buna rağmen hâlâ bir belge fotoğraftır. Cümle ihtişamı veya vahşetiyle karşınıza dikilir, sizi bir baş dönmesine veya karın ağrısına sürükler. Burada yavaş yavaş şiirden bahsedilebilir artık. Tıpkı bu film gibi.
Hareketli fotoğrafları, iyi tasarlanmış bir mizansenle veya saf gerçeğin kendi mizanseniyle, uzun planlar olarak çekmek pek basit bir iş değildir. Belgesel veya kurmaca fark etmez, iyi mizansenleri iyi filmler başarabilir. Tıpkı bu film gibi.
Bazı fotoğraflara baktığınızda fotoğrafçının yanlış yerde durduğunu hemen anlarsınız. Ya çekindiğinden uzak kalmıştır, ya da mahrem alana saygıyı yitirmiştir yakınlığından. Aynısı belgesel film için de geçerlidir. Hem saygılı hem yakın olmak ancak iyi filmlerin harcıdır. Tıpkı bu film gibi.
90'larda kapitalizm zafer ilan ederken, dağılmış Sovyetlere yenilmiş bir sosyalizm fikri olarak bakan birçok film görebilirsiniz. Bazı filmler ise o'nu anlamak, geride kalanları görmek ister. Taraf olacağından değil, tarihe olan saygısından. Tıpkı bu film gibi.
Hikayesiyle, atmosferiyle, rejisiyle, kurgusuyla, oyunculuklarıyla, müzikleriyle (bu liste uzar gider) öne çıkan birçok film izleyebilirsiniz. Çoğunluğu bir veya birden çok unsurdan dolayı iyi film olabilir. Hatta bazı filmlerde hepsi iyi olabilir; kusursuz bir film dersiniz. Ama bazı filmler vardır, bu unsurlar üzerinden yapılan değerlendirmeyi kaldırmaz. Kendisi buna engel olmak için oyunlar oynadığından değil, siz isteseniz de yapamazsınız. Hiçbir yere sığmaz, şekil almaz. Tıpkı bu film gibi.
Kameraya bakmak kurmacada pek aşina olduğumuz bir şey değildir, belgeselde ise sık görürüz. Fakat çok az film kameranın içine içine bakan delici bakışlardan kaçmaz, önce kendisinin, sonra izleyicisinin yaralanacağını bile bile orda kalmayı sürdürür. Delip geçen bakışların karşısında sarsılmadan durabilmek ancak iyi filmlere özgüdür. Tıpkı bu film gibi.
Bazı belge fotoğraflarda ve belgesellerde, pozun doğum anı ile bakışınızın zamanını bir arada düşünürsünüz. Gördüğünüz insanlar için şöyle dersiniz: "O öldü, ve ölecek". Aklınıza başkalarının hayatları, gündelik dertleri, aşkları, ve ölümleri gelir. Tıpkı bu film gibi.
Konuşarak anlaşmak zor olabilir, konuşmadan anlaşmak ise kesinlikle zordur; sebat, anlayış ve incelik ister. Diyalogsuz birçok film görebilirsiniz (sessiz sinema haricinde). Ancak çok az film, feragat ettiği diyalogu filmin bir mahareti gibi önünüze sunmaktan imtina eder. Tıpkı bu film gibi.
Bir fotoğraf, bir film sizi can evinizden vurabilir. Kucağınızda taşıdığınız bir yük olur, gölgesi kendisinden de büyük hale gelir, ve sonunda uzlaşmanın yollarını ararsınız. Kurtulabileceğinizden değil, yola devam etmek istediğinizden. Fakat ve ancak, biricik filmler size yazı yazdırabilir. Tıpkı bu film gibi.
Şiir sürüyor.
Filmler
1. Sonsuzluk ve Bir Gün (Eternity and a Day, 1998, Theodoros Angelopoulos)
2. Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives, 2010, Apichatpong Weerasethakul)
3. Doğu'dan (From the East, 1993, Chantal Akerman)